Siyasallaşan Mekân, Mekânsallaşan Siyaset

Bilim, kavramlar üzerine inşa edilir. Bu bağlamda her bilimin kendisiyle bütünleşmiş bazı kavramları vardır. Hiç kuşkusuz mekân, kadim bilimlerden olan coğrafyanın en temel kavramlarından birisidir. Esasen kavram; mimarlık, psikoloji ve şehircilik gibi disiplinler tarafından da kullanılmaktadır. Ancak Couclesis’in Location, place, regionandspace: Geograhy’s Inner Worlds adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde ortaya konulduğu üzere,mekân kavramı coğrafya dışındaki bilim dallarının hiçbirinde dünyayı tanımlamada merkezî bir rol üstlenmemiştir. Durum coğrafyacılar açısından böyle olmakla birlikte, üzerinde konuşulacak birden fazla kavramsal şema olduğunu da belirtmek gerekir. Nitekim Sack, Conceptions of Space in Social Thougt adlı eserinde farklı kavramsal şemalara geniş yer vermektedir.

Coğrafyayı “insan ve mekân merkezli bir bilim” olarak nitelendiren coğrafyacılar, mekânı ise “beşeri faaliyetlerin gerçekleştirildiği yer” olarak tanımlamışlardır. Şeklini ve yapısını başta topografya ve iklim özellikleri olmak üzere büyük ölçüde doğal çevre faktörlerinin belirlediği basit bir balıkçı barınağından, insanın her yönüyle belirleyici olduğu bilim ve teknoloji ürünü çok katlı gökdelenlere; yapısını sadece birkaç cümle ile kolaylıkla izah edebileceğimiz küçük bir yayla yerleşmesinden, son derece karmaşık işleyişin hakimolduğu ve milyonlarca nüfusun yaşadığı metropollere; görünümüyle sıradan olmakla birlikte derin sosyolojik anlamlar yüklediğimiz bir köy meydanından, birbirlerini pek tanımadan yüzbinlerce insanın toplanarak devrim yaptığı kent meydanlarına; kuruluşunda ve gelişiminde büyük ölçüde doğal çevre faktörlerinin etkili olduğu küçük kır yerleşmelerinden, neredeyse doğanın tüm etkilerinin sıfırlandığı yüksek tasarım ve teknoloji ürünü rezidanslara; giderek birer nostaljiye dönüşen köy bakkallarından, metropollerde gelişen yeni hayatın biricik sembolleri olan AVM’lere; tarihî yerleşmelerde ve köylerde sıklıkla rastladığımız akşamla birlikte karanlığa gömülen eğik bükük çıkmaz sokaklardan, yeni nesil ledlerin aydınlattığı geceyle gündüzün ayırdına varılmadan zamanın tüketildiği ışıl ışıl caddelere; macera ve nostalji arayan turistlerin nadiren uğradığı küçük bir kır kahvesinden, yüzlerce turiste aynı anda çeşitli hizmetlerin verilebildiği çok yıldızlı otellere varıncaya kadar insan elinin değdiği her yer coğrafyacı için birer mekândır.

Yıllardır özellikle yerleşme coğrafyası, ekonomik coğrafya, kültür coğrafyası ve siyasi coğrafya alanında çalışan pek çok coğrafyacının; arazi kullanımı, şehir plânlaması, mekân organizasyonu, mekân tasarımı ve mekân analizi gibi konulara yoğunlaştığı görülmektedir. Hartshorne, Campbell, Christaller, Gottmann, Lacoste, Harris ve Harvey bu isimlerden sadece birkaçıdır. Bizde ise Tümertekin, Özgüç ve Arı gibi coğrafyacılar ön plâna çıkmaktadır. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde ve Çin’de mekân tartışmaları adeta coğrafyanın merkezine oturmuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki, bu konudaki araştırmalar ve tartışmalar sadece coğrafyayla ve coğrafyacılarla sınırlı değildir. Örneğin Gottdiener, Mekân Kuramı Üzerine Bir Tartışma: Kentsel Praksise Doğru adlı makalesinde, Castells ve Lefebvre arasında geçen “Mekânın Marksist Çözümleme Açısından Önemi” konulu tartışmayı ele alır. Castells’in Urban Questions (Şehir Sorunları) kitabının 8. Bölümü (Mekân Kuramı Üzerine Tartışma) etrafında şekillenen bu tartışma, mekân olgusuna Marksist filozofların nasıl baktıklarını göstermesi bakımından öğreticidir. 1991 yılında ölen Fransız filozof Lefebvre, geçen yüzyılın önemli mekân kuramcılarından biri olarak tarihe geçmiştir. Literatürde üzerinde önemle durulan “kent hakkı” kavramı O’na aittir. Diğer yandan pek çok konuda olduğu gibi, mekân konusundaki tartışmalarda öne çıkan isim, Fransız sosyal bilimci Foucault’tur. Özellikle mekân-iktidar ilişkileri üzerine yaptığı saptamalar, O’na mekân kuramcıları arasında ayrı bir yer kazandırmıştır. Hiç şüphesiz konu mekân olunca, Alman filozof Habermas’ı da unutmamak gerekir. O’nun “kamusal alan” kavramına yüklediği felsefî anlam, mekân analitiği bakımından oldukça mühimdir. “Tarihî bir yapılanma olan kamusal alanın, aile yaşamından, iş dünyasından ve devletten ayrı bir uzam içerdiğini” ileri süren Habermas, modernitenin bunu yok ettiği kanısındadır.

Son yıllarda mekân konusuna bilimsel ve siyasal ilginin giderek artmasını birkaç nedene bağlamak mümkündür. Birincisi yaşadığımız gezegende yerleşim alanlarının sınırlı oluşudur. Bu sınırlar son birkaç yüzyılda yatay ve dikey olarak nispeten genişlese de, bu genişleme nüfusun katlanarak büyümesi karşısında yetersiz kalmaktadır. Bu ise başta kentler olmak üzere arazinin maddi değerini doğal olarak artırmaktadır. Bir yandan doğal ortamlarda yeni yerleşim alanları açılırken, bir yandan da meskûn alanlar daha yoğun bir şekilde yeniden tasarlanmakta ve kullanılmaktadır. İkincisi, başta artan nüfus ve değişen ekonomik yapı olmak üzere pek çok faktör yeryüzünde nüfusun ve yerleşmenin dağılımında köklü değişikliklere yol açmıştır. Nüfus, sanayi devrimiyle birlikte kentlere toplanmaya başlamış, bu durum bilgi çağına geçişle birlikte daha da hızlanmıştır. Dolayısıyla en azından dünyanın sanayileşen kesiminde kadim yaşam biçimlerinden kopuk, şehir eksenli modern bir hayat ve medeniyet teşekkül etmiştir. Bu durum insan-mekân ilişkisinin seyrini radikal bir şekilde değiştirmiştir. Üçüncüsü, başta şehirler olmak üzere yeryüzünün giderek çok daha karmaşık, fonksiyonel ve hızla değişen bir yapıya bürünmesidir. Örneğin metropoller, Ortaçağ’ın nispeten durağan şehirlerinden farklı olarak neredeyse günübirlik şekil değiştirmektedir. Gelişimin ve değişimin dinamiği olarak görülen bilim, günümüz dünyasındaki mekânsal değişimlerin hızına erişmede ve onu anlamlandırmada zorlanır hale gelmiştir. Dördüncüsü, yaşadığımız çağda mekân politiğin, kapitalist ekonomik düzenin sürdürülebilirliği bakımından temel bir enstrüman oluşudur. Bu husus üzerinde Marksist kuramcılar hassasiyetle durmakta, şehir ve mekân plânlamalarında kapitalist süreçlerin temel belirleyici olduğunu iddia etmektedirler. Beşincisi ise modern dönemlerde devletin, gücün ve iktidarın mekânla çok daha fazla ilgili hale gelmesidir. Günümüzde mekânın örgütlenmesi, kullanımı ve paylaşımı yerel, ulusal ve küresel ölçekte güç ve iktidar mücadelesinin en önemli belirleyicileridir. İktidarın tesisi ve devamı, mekâna ne ölçüde hakim olunduğuyla yakından ilişkilidir.

Mekânın politik oluşu tartışmasız bir gerçektir. Yeryüzü coğrafyası, üzerinde siyasi organizasyonların, en yalın haliyle de olsa devletlerin teşekkül ettiği kadim zamanlardan beri az ya da çok politiktir. Çünkü üzerinde egemen olan ve onu organize eden devletlerin bizatihi kendileri politiktir. Gerçekten de herhangi bir gücün/iktidarın egemenliğinde olup da apolitik kalabilen bir mekândan bahsetmek pek mümkün değildir. Dolayısıylabu tartışma yersizdir. Bununla birlikte politikanın kimliği, niteliği ve etkinlik derecesi üzerinde durmak mümkündür.Mekânın nasıl organize edildiği, kimler tarafından paylaşıldığı, sembollerin ve kutsalların nerelere ve ne şekilde yerleştirildiği, üzerinde gücün ve otoritenin hangi mekânsal araçlar ile tesis edildiği ve sürdürüldüğü iktidarın politik ve ideolojik yapısıyla yakından ilişkilidir. Roma İmparatorluğu’nda o geniş coğrafyayı bir ağ gibi saran bütün yolların Roma’ya çıkışı kadar, kadim başkentlerde ana aksların kralın sarayına, siyasetin meydanına çıkmasının elbette politik bir anlamı vardı. Makedonyalı İskender’in Doğu Akdeniz’den başlayıp Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada onlarca İskender şehri kurması ile Mezopotamya ve Suriye’yi fetheden Müslüman Arapların aralarında Bağdat ve Samarra’nın da bulunduğu yeni yerleşimler tesis etmelerini ve buralara savaşçılar yerleştirmelerini benzer politik endişelerin, mekânı elde tutma ve genişletme politikalarının doğal sonucu olarak görmek gerekir. Nitekim adı geçen iktidarlar, bu ordugâh şehirleri sayesinde mekân üzerinde yayılmış ve egemen olmuşlardır.

Mekân-iktidar ilişkisini anlamak için bakılması gereken en güzel örnekler, hiç şüphesiz çeşitli nedenlerle el değiştiren ve uzun süre işgal edilen şehirler ile sömürgeleştirilen ülkelerdir. El değiştiren şehirlere en güzel örnek, İstanbul ve Bursa’dır. Mekânsal olarak Doğu Roma’nın ve Ortodoks Hıristiyanlığın bütün sembollerini üzerinde toplayan bu kadim şehirler, Osmanlı iktidarında kısa bir zaman dilimi içerisinde birer İslam şehrine dönüşmüşlerdir. Buna karşın Buhara, Semerkant ve Bakü gibi Müslüman Türk şehirleri, Sovyet egemenliği sırasında Marksist ideolojinin ve sosyalist üretim tarzının etkisiyle geçmişlerine ait milli ve dini izleri silinmek suretiyle Sovyetleştirilmiştir. Özellikle Fransa ve İngiltere gibi sömürgecilikte deneyimli devletler tarafından ele geçirilen ülkelerde ise tarihî şehirler ve yerler genellikle yok edilmiş veya geri bırakılmış, alternatif olarak sömürgeci güçlerin kültürlerini ve iktidarlarını üst bir bakışla dayatan yeni şehirler ve mekânlar inşa edilmiştir. Harita üzerinde Afrika kıtasında isimleri İngilizce, Fransızca ve Portekizce olan yüzlerce yeni yerleşim birimine rastlamamız bu yüzdendir.

Şüphesiz ki günümüzde mekân politiğin daha fazla üzerinde yoğunlaştığı husus; bir ülkenin, hatta bir şehrin kendi içinde yaşadığı iktidar-mekân ilişkisidir. Örneğin 1917 Bolşevik Devrimi’nin ardından Sovyetler Birliği’nin Moskova’da Kızıl Meydan merkezli ideolojik kimliği ağır basan bir başkent organize etmesi, gerek Rusların ağırlıkta olduğu merkezi Rus şehirlerinin, gerekse Rus Olmayan nüfusun çoğunluğu oluşturduğu periferideki şehirlerin ve hatta kırsal yerleşmelerin ideolojik kalıplarla ve sembollerle Sovyet tarzı biçiminde yeniden inşa edilmeleri iktidarın bir devrimle el değiştirmesinin mekânsal etkilerini yansıtan ilginç deneyimlerdir. Yine Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Ankara’da bir başkent ihdas etmesi, başta Ankara ve İstanbul olmak üzere hemen bütün şehirlerin merkezlerinde isimleri çoğunlukla “Cumhuriyet Meydanı” olan anıtların ve heykellerin yükseldiği meydanların tesis edilmesi, genellikle hükümet konağı, kültür merkezi ve diğer kamu binalarının bu meydanların çevresinde toplanması, şehir içi ana arterlerin buralarda düğümlenmesi gibi düzenlemeler, döneme mührünü vuran devletçi ve merkeziyetçi ideolojik yapının mekânsal yansımalarıdır. Bu değişim aynı zamanda İslami kültürün ve ekonomik düzenin mekânsal göstergeleri sayılan cami, hamam ve çarşı merkezli Osmanlı şehirlerinden ve gelenekten kopuşu ifade eder. Diğer yandan yeni Cumhuriyet, Osmanlıdan devreden geniş vakıf arazilerini ve mülklerini büyük ölçüde kamulaştırmak ve hazine ağırlıklı mülkiyet mevzuatını kamu lehine daha da güçlendirmek suretiyle iktidarın mekân ve ekonomi üzerindeki hakimiyetini perçinlemiştir. Bu politika, 1950’li yıllara, yani Demokrat Parti iktidarına kadar sürmüştür.

Türkiye’de bir kısım kesintiler ve ara dönemler dışında 1950’li yıllardan sonra mekân üzerinde ideolojik baskılar azaldığı gibi; gerek kültürel, gerekse ekonomik bakımdan halkın yararına sayılabilecek uygulamalar yaygınlaşmıştır. Nitekim nüfusun hızla büyümesine ve plânsız şehirleşmeye karşın, konut ve mülk sahibi olanların sayısı dikkate değer ölçüde artmıştır. Bu durum 2000’li yıllarda çok daha belirginleşmiş, özellikle şehirlerde mekânsal genişlemeden ve değer artışından kaynaklanan zenginliğin paylaşımı noktasında olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Kentlerimiz büyümüş ve zenginleşmiştir. Bundan geniş halk kesimleri de büyük ölçüde yararlanmıştır. Batı ülkelerinde neoliberal politikaların etkisiyle şehirlerin giderek şirketlerin egemenliğine girdiği ve halkın malını mülkünü yitirdiği bir dönemde, Türkiye’de mülkiyetin ve refahın çok daha fazla tabana yayılıyor olması dikkat çekicidir. Kanaatimize göre başta Harvey olmak üzere bir kısım Marksist coğrafyacılar ve ekonomistler ülkemize özgü bu olumlu tabloyu ideolojik bakış açısının etkisiyle doğru analiz edememektedirler.

Konuyla yakından ilgili ve güncel olması nedeniyle Gezi Parkı/Taksim Meydanı etrafında başlayan ve Türkiye’ye yayılan olaylara da değinmek gerekir. Öncelikle belirtmeliyiz ki, olup bitenleri hükümetin ekonomi politikalarına tepki olarak açıklamaya çalışmanın kayda değer bilimsel bir dayanağı yoktur. Esasen hükümet, halk iradesine dayalı bir iktidar olmanın doğal sonucu olarak, Taksimde mekân politiğin gereklerini yerine getirmeye çalışmaktadır. İstanbul’un fethinden sonra neredeyse hiç dokunulmayan Taksim, Osmanlının gerileme ve çöküş dönemlerinde gayrimüslim nüfusun ve onlara ait mekânların yoğunlaştığı bir semt halini almıştır. Özellikle İstiklal Caddesi; pek çok Avrupa ülkesinin büyükelçilik binası, yabancı okullar, kiliseler ve sinagoglar, Levantenlere ait işyerleri sayesinde hem mimari, hem de sosyal ve kültürel bakımdan ayrı bir dünyaya dönüşmüştür. Adeta aynı şehir içerisinde keskin hatlarla birbirinden ayrılan, Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye”isimli eserinde incelikle işlediği iki ayrı İstanbul ortaya çıkmıştır. Osmanlının çöküş sürecinde giderek belirginleşen bu ayrışma, zamanla farklı bir kimliğe bürünmüştür. İstanbul’un bütün eski semtlerinde başta camiler olmak üzere türbeler, medreseler ve diğer kültürel yapılar vasıtasıyla mekâna hakim olan İslam mimarisi, Taksim’de görünmez. Bu durum, Cumhuriyetin ilk yıllarında modernleşmeyi milli ve manevi değerleri kamusal hayatın dışında tutma ve batılılaşma olarak algılayan iktidarların kültür politikalarıyla daha da perçinlenmiştir. Örneğin Taksim Cumhuriyet Meydanı;binlerce yıllık geçmişi olan medeniyetimizin derinliğinden, ruhundan ve havasından tamamen yoksun bir alan olarak şekillenmiştir. Esasen Fatih-Harbiye ikilemi, milli ve dini hassasiyetin yeniden canlandığı çok partili dönemden itibaren temel bir kültür sorunu olarak sürekli gündemdedir. 1970’lerde başlatılan ve sonraki yıllarda zaman zaman gündeme gelen buraya hiç değilse bir cami inşa edilmesi çabaları çeşitli nedenlerle akamete uğramış, sonuç vermemiştir. Taksim Meydanı 1977’nin kanlı 1 Mayıs olaylarının ardından ise yeni bir ideolojik kimlik kazanmış, sol kesimler tarafından adeta mitleştirilmiştir.

Anlaşılan odur ki; son zamanlarda Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da mekân politik ekseninde sürdürülen güç mücadelesi Taksim’e odaklanmıştır. Mücadelenin ülke içerisindeki başlıca taraftarları fraksiyonel sol hareketler, Kemalistler, liberaller ve muhafazakârlardır. Ayrıca genelde Türkiye’nin, özelde ise İstanbul’un Müslüman Türkler tarafından fethedilmesini yüzyıllardır içine sindiremeyen bir kısım batılı odaklar da bu mücadelede liberallerin yanında saf tutmuşlardır. Esasen fraksiyonel solun mekân politik konularında nostaljik ve romantik olmanın dışında reel bir projesi yoktur. Kemalistler ise, konuya yaklaşımlarında halkın iradesini hiçe sayan jakoben modernist alışkanlıklarını sürdürmekteler. Diğer yandan Türkiye’ye fazla bir aidiyet duygusu taşımayan liberallerimizin Taksim algısı, buranın daha rahat nasıl tüketileceği ve pazarlanacağı hesabından öteye gitmemektedir. Buna karşın ülke nüfusunun ekseriyetini oluşturan ve halkın iradesiyle iktidarda olan muhafazakârlar ise İstanbul’un ve İstanbullunun Müslümanlığından hareketle, medeniyetimizi yeniden inşa etme projesi çerçevesinde, Taksim’de değer eksenli yeni bir mekânsal dönüşüm talep etmekteler. Kanaatimize göre bu sembolleşmiş mekân üzerinde mimarimizin çok daha etkin ve görünür kılınmasına yönelik bu talep; tarihi, hukuki, kültürel ve demokratik bakımdan son derece haklıdır ve yerindedir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                        Prof. Dr. Erdal Akpınar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir